31 Ağustos 2011

TÜKENMİŞLİK BELİRTİLERİ

Kişide tükenme durumunda meydana çıkabilecek belli başlı semptompları şunlardır: Psikofizyolojik belirtiler: yorgunluk ve bitkinlik duygusu, enerji kaybı, kronik soğuk algınlığı, sık baş ağrıları ve uyku düzensizlikleri, gastrointestinal rahatsızlıklar ve kilo verme, solunum zorluğu, psikosomatik rahatsızlıklar, koroner kalp hastalığı insidansında artma.

Psikolojik semptomlar: duygusal bitkinlik, kronik bir sinirlilik durumu, hemen öfkelenme, zaman zaman bilişsel yeneklerde zorluklar yaşama, hayal kırıklığı, bitap duygu hali, anksiyete, huzursuzluk, sabırsızlık, özsaygı yitimi , değersizlik, eleştiriler karşsısında aşırı hassasiyet, kararsızlık, apati, boşluk ve anlamsızlık hissi, ümitsizlik.

Davranışsal belirtiler: hatalar yapma, bazı şeyleri erteleme veya sürüncemede bırakma, işe geç gelme, izinsiz olarak veya hastalık sebebi ile işe gelmeme, işi bırakma eğilimi, hizmetin niteliğinde bozulma, işte ve iş haricindeki ilişkilerde bozulma, kaza ve yaralanmalarda artış, meslektaşlara ve hizmet verilen bireylere, mesleğe vb.. karşı alaycı bir tavır sergileme, işle ilgilenmek yerine başka şeylerle vakit geçirme, kuruma ilginin kaybı. 

30 Ağustos 2011

DEPRESYON NE DEMEK?


Depresyon sık rastlanan bir hastalıktır. Her beş bireyden biri hayatlarının bir döneminde depresyon  geçirmektedirler. Herhangi bir zamanda toplum içinde yapılan kontrollerde her 100 erkekten üçünde, her 100 kadından altısında depresyon gözlenmektedir. Kadınlar erkeklerden iki kat daha fazla depresyona yakalanıyor veya depresyon için yardım talep ediyor.

Kadınlar genellikle 35-45, erkekler 55-70 yaşlarında depresyon geçiriyor. Ailede depresyon geçiren bir bireyin olması, kadın olmak, yalnız yaşamak, fakirlik depresyon geçirme riskini arttırıyor. Depresyon esas olarak bir mutsuzluk, neşesizlik hastalığıdır. Bireyler hüzünlü, karamsar, isteksiz hisseder. Daha önce kolayca yaptıkları işler gözlerinde büyümeye, zor gelmeye başlar. Depresyonu olan bireyin kendine güveni azalır, dikkatini toparlamak, bir filmi baştan sona seyredebilmek,  gazetedeki bir yazıyı okuyabilmek zorlaşır. Unutkanlık, dalgınlık, basit kararları vermekte zorlanma meydana gelir. Hastalar kuvvetlerinin, güçlerinin eskisi gibi olmadığını, kendilerini cansız, enerjisiz hissetliklerini ifade ederler.

Uyku problemleri uykuya dalamama, gece uyanma, sabah erken uyanma, sabahları dinlenmemiş uyanma veya çok uyuma şeklindedir. İştah çoğu zaman azalır, kilo kaybı yaşanır bazen de sıkıntı ile fazla yemek yenebilir. Ölüm fikirleri, ölen tanıdıklarını daha çok düşünme, hastalıkla alakalı endişeler, ölüm korkusu meydana gelebilir. Depresyon döneminde bedensel problemler de çoğalır. Düzenli giden tansiyon kontrol edilemez olur, kan şekeri iniş ve çıkışlar gösterir. Genellikle kronik hastalıkların ilk çıkışı depresyon dönemlerindedir. Pek çok araştırma kalp krizi geçiren bireylerde depresyon tabloya eklendiğinde hastaların kalple alakalı problemlerinin, ikinci bir kriz geçirmenin riskinin arttığını göstermektedir. 

UMUT STRES VE DEPRESYON


UMUT STRES VE DEPRESYON

Umut, gelecek ile alakalı bir hedefe ulaşmada sıfırdan fazla olan beklentilerdir. Bir çıkış yolunun mevcudiyetine ve yardım ile kişinin varlığında farklılıklar meydana geleceği inancı en mühim vasfıdır. Umutsuzluk ise bir hedefe ulaşmada sıfırdan az olan negatif beklentiler biçiminde ifade edilir. Hem umut hem de umutsuzluk, her ikisi de bireyin gelecekteki gerçek amaçlarını gerçekleştirme imkanlarının muhtemel yansımasıdır. Umut ve umutsuzluk zıt beklentileri sembolize eder. Umutta amacı gerçekleştirmek için uygulamaya konulan planların başarılı olacağı öngörüsü mevcutken; umutsuzlukta başarısızlık yargısı mevcuttur. Bu iki uç beklenti herkes için farklılık gösterir. Bu plan ve beklentilerin hepsi sadece kişinin planlarını amacına nasıl oturttuğu değil, kendisi için meydana getirdiği amacın biçimini de belirler. Kişi bu düşünce şeklini aşağıdaki şu süreçlerden geçirir .

Yeteneğe karşı  şans: Kişi hedeflerini yetenek veya şans ile elde edebilir. Geleceklerinin şansa bağlı olduğuna inan kişiler hedefe yönelik davranışa daha az yönelirler. Daha da ötesi bireyin planlarının etkin olmayışına olan inancı da ona bir yeterlilik duygusu verir. Eylemin etkinliğine veya etkinsizliğine olan inanç ve bireyin kendisine saygısı ve yeteneğine olan inancı umutsuzluk hislerinin belirlenmesinde temek faktördür.

Güvene karşı güvensizlik: Başka kimselere karşı hissedilen güven, umut hissinin gelişmesinde mühim bir rol oynar. İnsanlara olan bağımlılık yönünden incelendiği zaman diğer bireylere olan güvensizliğinin şiddeti bireyin hedeflerini sınırlandırır. Güven duygusu olmayan bir kişi başkaları ile beraber başladığı eylem başarısızlıkla neticelenince bundan başkalarını sorumlu tutar.

Güven duygusu gelişmiş birey ise hatalı bir neticeden kısmen kendini sorumlu tutar. Bu sebeple güvensiz birey uzun süreli değil de kısa süreli hedefleri tercih eder.

Uzun döneme karşı kısa dönem: Umut, kısa ya da uzun dönemde veya her ikisinde birden ulaşabilecek amaçları belirler. Sürenin uzaması ile umutsuzluk belirmeye başlar. Bu şekilde birey  kaderci bir şekilde neticeyi beklerken kısa dönemli hedefler için çaba uğraşır.

Bu süreç özetlenirse amaca ulaşma yolunda şansa karşı yetenek, başkalarına olan güven duygusu, süreğen ve uzun dönemli hedeflere oranla kısa dönemli hedeflere ulaşma çabasına olan inanç ve bu inançlar arasındaki etkileşim bireyin büyük ölçüde umut veya umutsuzluğunun tiplerini meydana getirir.

Umutsuzluk ve Depresyon


Umutsuzluk ve Depresyon: Umutsuzluğu barındıran en mühim psikiyatrik rahatsızlıklardan birisi depresyondur. Pek çok deprese hasta psikiyatriste mutsuzluk ve umutsuzluk şikayeti ile gider. Araştırmalarda depresyondaki hastaların yüzde 78'den fazlasının geleceğe negatif baktığını bulunmuştur. Bu oran depresyonda olmayan olmayan hastalarda ise yüzde 22'dir. Hastaların şikayetleri ve depresif semptomlarının şiddeti çoğaldıkça umutsuzluğunda arttığı klinik testlerle gösterilmiştir. Ayriyeten depresyonun bütün bulguları içinde umutsuzluk ile en yakın alakası olan intihar fikridir. Melges (1969) depresyonda esas problemin umutsuzluk olduğunu belirtmiştir. Umutsuzluğu takip eden diğer semptomlar ise değersizlik, çaresizlik, mutsuzluk, kararsızlık, eyleme geçememe, işlerini devam ettirememe ve suçluluk hisleridir.

Depresif dönemden önce kişilerin çoğu planlan ister kişisel isterse başkaları ile paylaşılmış olsun hedefe odaklı eylem planlarının etkinliği konusunda güvenli olup, büyük oranda geleceğe yöneliktirler. Kamçılayıcı olay çoğu zaman, kişisel çabanın başarısızlıkla neticelenmesi veya geçmişte pek çok olayı paylaştığı bireyin kaybedilmesi veya doyumun önlenmesi sebebiyle özen ile hazırlanan planın kesintiye uğramasıdır.

Süreğen ve uzun dönemde hedefler kuvvetli üstbenlikleri sebebiyle depresyonu olan kişide önem kazanır. Planlan kesintiye uğramış olsa bile gelecekle alakalı doyumlardan vazgeçmeleri zor olduğu için deprese birey bu amaçları başarma çabalarını sürdürür. Sonuçta geçmişte devamlı başarılı olan hedefe yönelik davranışı silip atmak zordur. Bu faktörler depresif bireyin hedeflerini başarma konusunda umutsuz olmasına rağmen halen neden hedeflerine bağlı kaldıklarını kısmen de olsa açıklamaktadır. Depresif birey bu duygusunu "istediğim şeyleri yapamayacağımı bilmeme rağmen yine de yapmak istiyorum" biçiminde ifade eder. Bu his onun kendine güvenme uğraşına zarar verir. Depresif bireyler güvensizlik duygusundan kısmen de olsa kendilerini sorumlu tuttukları için kendilerini suçlarlar.

Beck de (1963) depresif semptomları orta ve şiddetli seviyede olan hastaların yüzde 80'inde kendini suçlama olduğunu, çok şiddetli seviyede olanlarda ise bu oranın daha da yüksek olduğunu ifade etmiştir. Kendine güvensizlik ve suçlama arttıkça depresif birey çevresine bağımlı duruma gelir. Daha sonraki dönemlerde umutsuzluk o kadar yoğunlaşır ki birey başkalarından gelecek yardımı yararsız bulmasına rağmen yine de onların önerilerine umutsuzca sarılır. Özet olarak depresif birey planlarının süreğen ve uzun dönemli amaçlara karşı daha fazla etkin olamayacağına inanır, yani diğer bir ifadeyle üstbenlik ve ego-ideali doyumsuz duruma gelir ve kısmen başarısızlıktan kendini sorumlu tutar. Düşüncenin bu halinden çıkan kararsızlık, eyleme geçememe, değersizlik ve işlerini yapamama suçlaması en yoğun depresif şikayetleri oluşturur.

Depresyonu açıklarken Abramson ve Seligman (1978), Öğrenilmiş Çaresizlik kuramını geliştirmiştir. Bu kurama göre depresyonun meydana gelmesi çocukluktan beri karşılaşılan acılı uyaranlardan kaçmayı, kurtulmayı bilmeme ve çaresiz kalma durumu olarak açıklanmıştır. Depresif kişi çoğu zaman başarısızlık sebebiyle içsel, değişmez ve genel nedensel yüklemeler yaparken başarıda ise dışsal, değişebilir ve özel nedensel boyutta yüklemeler yapmaktadır (Costin ve Draguns 1989). Davranış bilimcilerine göre depresyon, uygunsuz ve yetersiz faktörlerin pekiştirilmesi bazı destekleyici faktörlerin ise geri çekilmesi neticesi gelişir (Costrin ve Draguns 1989).

Bu kuramların dışında bazı araştırmacılar ise erken çocukluk dönemindeki zorlu ve çatışmalı hayatların umutsuzluğa sebep olduğunu vurgularken, bazıları da depresyona yatkınlık gösteren kişilerin ortak ve birincil ihtiyaçlarının sevilme olmasından dolayı bireyin kendisine saygı duymasının önemli bir faktör olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (Velioğlu ve Peker 1989).

Depresyonun psikoanalitik kurama göre açıklanması da geleceğe yönelik karamsarlık hissi ve özsaygının kaybı esas alınarak yapılmıştır. Özsaygı yitiminin geleceğe yönelik umutsuzluğu etkilediği gösterilmiştir. Psikoanalitik kurama ait ilk bilgiler Freud (1957) tarafından "Yas ve Melankoli" isimli eserinde sunulmuştur. Freud, yas olayı ile melankoliyi karşılaştırırken, melankolide gerçek bir sevgi nesnesinin kaybı olmayabileceği üzerinde durarak yastan farklı olduğunu ifade etmiştir. Depresyonda gerçek vaya bilinç dışı sevgi nesnesi kaybı vardır. Bu kişi tarafından sevdiğinin onu terk etmesi, sevilmeme, hatta beni kimse sevmiyor, ben işe yaramam, yeterli değilim hisleri biçiminde içe yansıtılır.

Bu şekilde kişinin özsaygısı azalır. Bu arada katı bir üstbenlik ve özel savunmalar depresyonun görünümünü belirler. Kişi sevgi yitimini değersizlik, kötümserlik duygularına çevirir ve bu duygulan kendi içine yöneltmesi intihara sebep olabilir. Fenichel (1945), depresyon ve özsaygı üzerinde durmuş, özsaygı kaybı ile özsever emellerin zedelenmesinin depresyonun ortaya çıkmasında mühim olduğu fikrine dikkat çekmiştir (Kaplan ve Saddock 1985).

Bibring (1953), depresyonun psikopatolojisini ego kavramı dahilinde açıklamıştır. Buna göre herkesin güçlü ve özsever nitelikte uyumlu ve değerli olması için gerçekleştirmeye çalıştığı beklentileri mevcuttur. Depresyon ise bu beklentilerin kesintiye uğrayarak güçsüz ve çaresiz olma halidir. Bu beklentiler şu aşamalarda geçer:

1. Değerli, sevilen, istenen birey olmak; değersiz olmamak,
2. Güçlü, üstün, güvenli olmak; güçzsüz ve güvensiz olmamak,
3. İyi ve seven olmak; saldırgan ve yıkıcı olmamak ister.

Bu beklentiler başlangıçta dürtüsel ihtiyaçları karşılamak üzere geliştirilmiştir. Gittikçe kişinin özerk emelleri oluşmuş ve benlikçe benimsenmiştir. Normalde kişi özerk olan bu beklentilerini gerçekleştirerek yaşamak ister. Lakin güçlü ve sarsıcı bir yaşam olayı, hayal kırıklıkları ve örselenmeler çatışma meydana getirir. Bu çatışmada benlik güçsüz kalır ve özsaygı düşer. Artık kişi umutsuzluk içindedir (Öztürk 1985). Freud ve Fenichel'den (1945) farklı olarak Bibring (1953) özsaygı yitiminin tek başına depresyonun ortaya çıkmasında yeterli bir faktör olamayacağını fakat çaresizlik ve umutsuzluğun eşlik ettiği durumda depresyondan bahsedilebileceğini ifade etmiştir.

Depresyon ile alakalı geliştirilen kuramlardan bir bölümü depresyonda negatif düşünce, beklenti ve yanlış öğrenmenin etkin olduğunu gösterip umutsuzluk ile ilişki kurmuşlardır. Bunlardan biri de Beck (1979) tarafından geliştirilen bilişsel bozukluk kuramıdır. Beck depresyonu şematize ederken üç kavram kullanmıştır:

1. Bilişsel üçlü: Bireyin kendisi, çevresi ve geleceği ile alakalı inançları içerir.
A) Hasta kendini yetersiz, değersiz hisseder. Hayatı ona göre hayal kırıcıdır.
B) Çevresi ona yardım etmemektedir, hayatı yetersizdir.
C) Geleceğinden umutsuzdur, uzun dönemli hedefleri yoktur. Bu şekilde pozitif bir davranış başlatamaz.

2. Sessiz kabullenişler (şemalar): Depresif birey kendisinin de açıklayamadığı bazı inanç ve kurallara sahiptir. Hasta coşkularını, bilgilerini ve davranışlarını bu kurallara dayandırır. Mesela eşi iltifat etmezse "artık beni beğenmiyor, beni kimse sevmiyor, değersizim" fikri oluşur.

3. Bilişsel hatalar: Gerçek olayla, hastanın bu olayla alakalı negatif otomatik fikirleri kıyaslanarak mantık hataları kurulur. Mesela, keyfi anlam çıkarma, seçimli dikkat, genelleştirme, büyütme, küçültme ve  özelleştirme gibi.

Beck bu kuramı geliştirirken depresyon belirtilerinden karamsarlık için mühim bir kavram olan umutsuzluk üzerinde durmuş ve umutsuzluğun ölçümü konusunda yoğun araştırmalar yapmıştır. 1963'de Beck deprese bireylerin psikoterapisi esnasında gözlemleri temelinde aşırı uğraşı intihar olan ve intihar eğilimi gösteren hastaların durumlarını umutsuzluk olarak kavramlaştırdığını bildirmiştir. Bu hastalar daha sonraları umutsuzluklarının o anki bilişsel çarpıtmadan ya da hatalı ve gerçekçi olmayan ön yargılardan köken alabileceğinin farkına varmışlardır. Çoğu zaman depresyonla alakalı araştırma yapanların çoğu depresif hastalardaki umutsuzluk duygusunun, depresyonun şiddeti ve intihar riskinin belirleyicisi olduğu görüşünü benimsemektedirler (Kaplan ve Sadcok 1985).

Onlara göre psikotik vasıflı depresif hastalar sıklıkla gelecek ile ilgili diğer seçenekleri kabullenme ve iyileşme konusunda ikna edilemezler. Onlar için öznel olan tek seçim intihardır.

Psikodermatoloji



Derinin, rahatça görülebilen ve dokunulabilen bir organ olarak psikiyatride mühim bir konumu vardır. Deri; öfke, korku, utanç ve kızgınlık benzeri hisleri açık olarak ifade etme, duygusal uyaranlara cevap verme, bireyin kendilik imajı ve özgüvenini sağlama ile bebeklikten yetişkinliğe doğru seyreden sosyalleşme aşamasında mühim rol oynar. Ingram, derinin zihnin bir devamıı olduğunu, bu sebeple huy ve kişiliğin değerlendirmesi için gereken bölümlerden biri olduğunu ifade eder. Derinin beyin ile olan münasebeti embriyonik döneme dek uzanır; deri ile beyin ektodermden köken alır ve aynı hormonlar ve nörotransmiterlerden etkilenir .
Psikodermatoloji ise psikiyatri ile dermatoloji arasındaki münasebet ve etkileşime dayanan ortak bir faaliyet dalıdır ve pratikte bu beraberlik değişik sebeplerle olabilir:

• Psikiyatrik kökenli deri hastalıkları (artefakt dermatit)

• Dermatolojik hastalıkla meydana çıkan ve gerçekte deri hastalığı ile maskelenen psikiyatrik hastalıklar (sanrısal parazitoz, beden dismorfik bozukluğu)

• Psikosomatik faktörlerle meydana gelen ya da alevlenen deri hastalıkları (psöriasis, nörodermatit, hiperhidrosis v.b.)

• Sosyal izolasyona ve damgalamaya ikincil olarak ortaya çıkan psikiyatrik hastalıklar (psöriasis, vitiligo gibi hastalıklarda depresyon görülmesi)

• Genetik ve çevresel faktörlerle bir araya gelen deri ve psikiyatrik hastalıklar (mani ve psöriasis
gibi)

• Süregen psikiyatrik hastalığı olan bireylerde meydana çıkan deri hastalıkları (şizofrenlerde hijyene dikkat etmeme neticesi meydana gelen deri enfeksiyonları)

• Deri hastalıklarının tedavisinde kullanılan steroid, izotretionin gibi ilaçlarla meydana çıkan psikiyatrik hastalıklar

• Psikiyatride kullanılan bazı ilaçlarla meydana çıkan deri hastalıkları (klorpromazin, lityum vb.).
Bahsedilen bütün bu sebeplerin incelenmesi, hastalıklar arasında sebep sonuç ilişkilerinin kurulması ve etiyolojilerin ortaya çıkarılması maksadıyla pek çok araştırmalar yapılmış ve devam etmektedirler.

Bu araştırmalar da belli başlı üç grup altında toplanabilir:

I. Dermatolojik hastalıkların meydana çıkması ve alevlenmesinde stresin rolü

II. Dermatoloji ve dermatolojik hastalıklarla alakalı dinamik ve analitik faaliyetler

III. Psikosomatik dermatolojik hastalıklarla alakalı klinik ve ilaç araştırmaları

Kronik Böbrek Yetmezliği



Kronik böbrek yetmezliği (KBY) böbrek fonksiyonunun ilerleyici biçimde, geriye dönüşü olmadan kaybedilmesidir. Tanı, glomerüler filtrasyon hızı 15 ml/dakikanın altına indiği zaman konulur. Bu durumda, yerine koyma (replasman) tedavisi uygulanmaz ise, üreminin meydana geleceği düşünülmektedir. Genellikle modern tedavinin amacı, diyaliz veya organ nakli ile hastalarda üreminin ileri semptomları gelişmeden tedaviyi başlatmaktır .

Yurdumuzda, Türk Nefroloji Derneği’nin 1995 senesi verileri doğrultusunda, KBY yaygınlığı 100.9/milyon, sıklığı 49.5/milyondur. Yani 1995 senesi itibariyle, takriben 6500 KBY hastası tanı almıştır ve her sene 3200 yeni olgu daha artmaktadır .   Türk Nefroloji Derneği’nin 1997 senesi istatistikleri doğrultusunda; hemodiyaliz ile tedavi edilen 10.000, periton diyalizi ile tedavi edilen 1893 üremik hasta mevcuttur. Hastalara hizmet veren 220 hemodiyaliz ve 22 organ nakli merkezi vardır. Her sene %85’i canlıdan, %15’i kadavradan olacak şekilde 360 adet organ nakli yapılmaktadır.
Sağlık Bakanlığı’na bildirilen 3000’den fazla böbrek nakli neticesinde, 2024 hasta fonksiyonunu gören brekle hayatını sürdürmektedir.

26 Ağustos 2011

AŞILAMADA ÖNLEM ALINMASI GEREKLİ DURUMLAR


Aşılamada önlem alınması gerekli durumlar real kontrendikasyon sayılmamaktadır. Bu halde aşı uygulandığı zaman yan etki ihtimalinin çok olması ve/veya gerekli bağışıklık sağlayamaması mevzu bahistir. Bireye uygulanması gereken aşının faydası riskinden çok ise aşı uygulanmamalıdır.

1.  Difteri-boğmaca-tetanoz aşısı için; ilk dozu takiben 48 saat içinde > 40.5 C ateş, kollaps (şok benzeri hal), 3 saatten çok devam eden yüksek, tiz sesli ağlama, 3 gün içinde meydana gelen konvülziyon, 6 hafta içinde oluşan Guillain-Barré sendromu.
2.  Oral poliyo aşısı için; hamile kadınlar.
3.  Kızamık-kızamıkcık-kabakulak aşısı için; trombositopeni, immün trombositopenik purpura.
Toplumda yeteri kadar bağışıklama oranlar ulaşılamamasının ve bundan dolayı aşıdan beklenen korunma,
hastalığın engellenmesi ve mümkünse yok edilmesinin sağlanamamasının en büyük sebebi kaçırılmış aşı fırsatlarıdır.Kaçırılmış aşı fırsatı; aşılama vakti geldiği halde herhangi bir kontrendikasyon bulunmamasına karşın, sağlık kurumuna gelen  şahsın bilerek  veya bilmeyerek sağlık personeli tarafından aşılanmamasıdır.

25 Ağustos 2011

AŞILARIN HAZIRLANMASI

1.  Sulandırılmış durumda olan şişelerdeki difteritetanoz (DT), difteri-boğmaca-tetanoz (DBT),difteritetanoz (Td), hepatit B (HB), hepatit A (HA) benzeri aşılar son kullanım tarihine kadar kullanılabilir.
2.  Sulandırılmanın ardından kızamık ve kızamık- kızamıkcıkkabakulak (KKK) aşıları 4-8 saat, BCG 4 saat, suçiçeği 30 dakikada yapılmalıdır. Oral poliyo (OP) aşısı kullanım sonrası dondurularak saklanabilir.
3.  İmalatçılar tarafından belirtilmedikçe değişik aşılar aynı enjektörde karıştırılarak uygulanamaz.
4.  Yanlış dilusyon sıvıları ve yanlış doz uygulamalarından korunulmalıdır.

24 Ağustos 2011

AŞI UYGULAMASI


1.  Aşılar belirtildikleri şekilde yapılmalıdır.
2.  BCG aşısı cilt içi yerine cilt altı uygulanırsa aşı yerinde süpürasyon ve lenfadenit riski artar.
3.  Adjuvan ihtiva eden aşılar (DBT, DT, Td, HB, HA) kas içi yerine deri altı yapılırsa; lokal irritasyon, granülom, steril apse, doku nekrozu, fibrozis oluşabilir. Bu aşılar derin kas dokusu içine uygulanmalıdır.
4.  Kas içine yapılması gereken aşılar için gluteal bölge kullanılmamalıdır.
5.  Kas içi yapılan aşılar için en uygun yerler süt çocuklarında uyluk, sonraki yaşlarda deltoid bölgeleridir.
6.  Azaltılmış veya bölünmüş aşı dozları yapılamaz.Aksi durumda tekrarı gerekir.
7.  Fazla dozda yapılan inaktif aşılar lokal-sistemik komplikasyonları artırırken, fazla doz canlı aşıların teorik riskleri vardır.
8.  Aynı anda birden çok yapılan aşılar aynı ekstremiteye 2 santimetre aralıklarla yapılabilir.
9.  Her aşının iğne ve enjektörü farklı olmalıdır.
10.  Kas içi yapılan aşılarda iğne uzunluğu süt çocuklarında 1.5-1.8 santimetre, 1-6 yaşlarda 1.8-2 santimetre,sonraki yaşlarda ise 2-2.5 santimetre olmalıdır.
11.  Kas içi uygulanan aşılarda aşı öncesi enjektöre kan gelirse iğne ucu değiştirilerek farklı bölgeye uygulama yapılır.
12.  Hafif ve orta derecedeki kanama diyatezleri aşı uygulamasında çoğu zaman problem yaratmaz. Mümkünse aşılar faktör verildikten sonra uygulanmalı, kas içi yerine cilt altı yapılmalıdır. Mesela; Hemofilus enfluenza (Hib) ve grip aşıları cilt altı yoldan yapılabilir.

Düzenli sağlık izlemi için gelen bir çocuğa aşı takvimine uygun olarak birden çok aşı aynı zamanda uygulanabilmektedir. Aşı zamanını ertelememek amacıyla çoklu aşılamada bilinmesi gerekenler aşağıda belirtilmiştir;

Canlı ve inaktif aşılar İçin;
1.  Birden çok canlı ve inaktif aşı aynı anda uygulanabilir.
2. Birden çok inaktif aşı aynı zamanda veya değişik zamanlarda yapılabilir.
3.  Birden çok canlı aşı aynı anda yapılabilir. Değişik zamanlarda uygulanacaksa aralarında en az 4 haftalık süre olmalıdır. Oral poliyo, oral tifo ve sarı humma aşıları her zaman yapılabilir. Kolera ve sarı humma aşıları aynı anda yapılmaz, en az 3 haftalık aralık bulunmalıdır.
4.  PPD ve canlı aşılar aynı anda uygulanabilir. Bilhassa kızamık aşısı sonrası yapılacaksa 4-6 hafta geçmelidir.
Kan ve kan ürünleri (immünglobulin gibi) içinde antikor bulunduğundan aşının oluşturacağı antikor yapımını engellemektedir.

Immunglobulin ve aşı uygulaması durumlarında;
1.  Aynı anda immunglobulin ve canlı aşı yapılamaz, inaktif aşılar uygulanabilir.Canlı aşıdan sonra immunglobulin minimum 2 hafta süreyle verilemez. Lakin OP, oral Ty21a tifo ve sarı humma aşıları daima uygulanabilir.
2.  İmmunglobulin sonrası kızamıkcık ve kabakulak aşıları için minimum 3 ay, suçiçeği için 5 ay, kızamık için doza bağlı olarak 5-6 ay geçmelidir.

Toplumda bağışıklama oranlarının istenen seviyede olmamasının en mühim sebeplerinden biri, çoğu zaman sağlık personelinden kaynaklanan gereksiz kaygılardır. Buna aşılamada “yanlış kontrendikasyon” adı verilir.

23 Ağustos 2011

AŞILARIN SAKLANMASI


Aşıların saklanmasında soğuk zincir şartını sağlayabilmek maksadıyla bilinmesi gereken kaideler :
1.  Canlı aşılar ısı ve ışığa karşı hassastır, dondurularak saklamak mümkündür.
2.  İnaktif aşıları dondurmak mümkün değildir.
3.  Buzdolabında maksimum bir ay yetecek kadar aşı bulundurulmalıdır.
4.  Aşı buzdolabı yalnızca bu maksat için kullanılmalı, iç ısısı termometre ile kontrol edilmelidir.
5.  Kullanım süreleri kontrol edilmelidir.

22 Ağustos 2011

AŞILAMA HATALARI


Aşılamada yapılan hataları genel olarak 4 grupta toplayabiliriz:

a.  Aşıların saklanma ve hazırlama safhasındaki hatalar;(soğuk zincir ile alakalı)
b.  Uygulamadaki hatalar; (uygulama yeri ve şekli, yanlış kontrendikasyon ve  kaçırılmış aşı şansı ile alakalı)
c.  Uygulamadan sonra yapılan hatalar; (aşı kayıtları ve gözlem ile alakalı)
d.  Yeni aşıların uygulanmasındaki hatalar,


21 Ağustos 2011

ÇEVRE SAĞLIĞI UYGULAMALARI


İçme ve kullanma suları: Sağlıklı ve temiz su, içinde hastalıklara sebep olan mikropların ve vücutta toksik etki yapacak kimyasal maddeler içermeyen sudur. İçme suyu güvenle içilebilen bir sudur ve renksiz, tatsız, tortusuz olması gerekmektedir. Kirliliğinden şüphe edilen suların, 10 dakika kaynatılması dezenfeksiyon için yeterli olmaktadır. Bu zaman, suyun kirlilik derecesine bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Sular, kaynatılan kapta bekletilirse daha sağlıklı olur.

Atıklar: Günlük tüketimden artan ve atılan maddelere çöp adı verilir. Uygun biçimde toplanmaz ve biriktirilirse mikroorganizmaların üremesine sebep olur ve bunun neticesinde kimi bulaşıcı hastalıklar meydana gelebilir; kemirici ve böcek üreme alanları oluşturabilir. Yeraltı sularına ve yüzeyel sulara karışmakta olan kirleticiler, su kirliliğine sebep olabilir. Katı atıkların geçici bir zaman için toplandığı kaplar su geçirmez, paslanmaya karşı dayanıklı olmalıdır. Evsel atıklar için hacim ve ağırlıkları çöpçülere zorluk yaratmayacak biçimde olmalı ve ağırlığı tercihen 35 kiloyu geçmemelidir.Islanmış mutfak ve ev atıklarının toplandığı çöp kutuları, bilhassa yaz mevsiminde günlük olarak temizlenmelidir. Bu temizlik sıcak su, deterjan ve fırça ile uygulanmalıdır.Çöplerin, kutular içine yerleştirilen torbalarda toplanması gerek sağlık bakımından gerek de belediye işçilerinin işini basitleştirip hızlandırması açısından faydalı olacaktır. Çöpler, belediye tarafından alınış saati öğrenilerek mutlaka bu saatten kısa bir zaman önce dışarı koyulmalıdır. Lakin, tüm çöpler çöp konteynırına atılmamalıdır. Bazı çöpler yeniden kazanılabilir. Gazeteler, kağıtlar, kartonlar (kalın kağıt), açık ve koyu renk cam, renksiz cam, metal (teneke kutular ve kapaklar), plastik benzeri çöpleri ayrı torbalarda toplamak en ideal olanıdır.

Konut: Konutların, güneş ışığı alması şarttır. Konut dahilindeki havanın yenilenmesini sağlayacak düzenlemeler yapılmalıdır. Sağlıklı içme ve kullanma suyu olmalıdır. En ideali, suyun konutun içerisinde mevcut olmasıdır. Oturma, yemek yeme ve yatma yerleri farklı olmalıdır.Nem ve küflenme önlenmelidir. İçeride saklanan kuru gıdaların küflenmemesi,patates benzeri sebzelerin ise çimlenmemesi gerekir. Banyo ve tuvalet mutlaka olmalı, tuvalette sifon mevcut olmalı, buraya lavabo yerleştirilmelidir.

Hava kirliliği (açık veya kapalı mekan)-Havalandırma:  Hava kirliliği pek çok sebeple meydana gelebilir (orman, anız yangınları, motorlu taşıtlar, ısınma kaynakları gibi). Hava kirliliği solunum yolu hastalıklarının çoğalmasına, kan hücrelerinde bozukluklara, ayriyeten bina içi hava kirliliğine bağlı olarak devamlı halsizlik, yorgunluk gibi belirtilere sebep olabilir. En mühim kapalı ortam hava kirliliği nedenlerinden biri de sigaradır. Sigara içmenin bariz etkisi, akciğerlerdeki iltihabi cevabın yarattığı strüktürel ve fonskiyonel değişiklikler olarak tanımlanmaktadır. Sigara içimi vücut bağışıklık mekanizmalarını negatif etkilemektedir.

Radyasyon: İyonlaştırıcı radyasyonun (radyoaktif maddelerden yayılan) en önemli nedeni nükleer testlerdir. Bunun en mühim sağlık etkileri, bazı mutasyonlar (gen bozuklukları) ve kanser oluşumudur. İyonlaştırıcı olmayan radyasyon ise elektrik prizine bağlı olan herhangi bir aygıt açıldığı zaman içinden elektrik akımının geçmesi ve elektrik akım kaynağının kuvveti ile orantılı olarak bir manyetik alan oluşması ile oluşmaktadır. Elektrikli araçların meydana getirdiği elektromanyetik alan etkilerini azaltmak için elektrikli araçlardan minimum 60 santimetre mesafede oturulması uygun olacaktır. İyonlaştırıcı etkisi olmayan radyasyonun da sağlık üzerine mühim negatif etkileri vardır. Bazı bilim insanları, iyonlaştırıcı olmayan radyasyon tiplerinin baş ağrısı, halsizlik, hafıza kaybı ve yorgunluk gibi belirtilere sebep olduğunu düşünmektedirler. Ayriyeten kimi araştırmalar, iyonlaştırıcı olmayan radyasyonun, kanser gelişimini hızlandırıcı ajan olarak etkisinin olduğunu da göstermiştir. 

ÇEVRENİN SAĞLIĞA ETKİLERİ


ÇEVRENİN SAĞLIĞA ETKİLERİ

  Hastalıklar için uygun ortam oluşturabilir (mesela sigara içilen bir  mekanda  çocuklarda solunum yolu hastalıklarına  daha çok rastlanmaktadır).

 Çevre, doğrudan hastalık sebebi olabilir (mesela sularda bulunan mikroplar su içildiği zaman hastalık meydana getirebilir).

  Çevre, bazı hastalıkların meydana gelmesini  kolaylaştırabilir (mesela nemli ve mantarların ürediği yerlerde alerjik hastalıklar daha kolay oluşabilmektedir).

  Bazı hastalıkların gidişini ve neticesini etkileyebilir (hava kirliliğinin çok olduğu kış  mevsiminde tıkayıcı  akciğer hastalıklarının semptomları daha zor iyileşebilmektedir).

Tüm çevre problemleri, her dört etkiye de sebep olabilir. Hava, su, toprak kirlenmesi doğrudan hastalık sebebi olabildiği gibi bazı hastalıkların yayılımını kolaylaştırabilir. Fizik ve biyolojik çevre doğrudan ilişkilidir.  Mesela iklim, organizmaların yaşaması  ve  çoğalmasıyla yakından alakalıdır. Jeolojik ve coğrafik vasıflar, toplumlar arasındaki münasebeti meydana getirmektedir ve hastalık faktörleri yayılımıyla da yakından alakalıdır.

İnsanlar, çevrede pozitifya veya negatif bazı etkilere sebep olabilir. İşyeri ve ortamı sağlıkla doğrudan alakalıdır. Çevre üzerinde mühim etkileri olabilir.

Sosyokültürel çevre de hastalıkla çok alakalıdır.Diğer  çevre problemlerinin  çözümünde  mühim adımlar atmış  olan gelişmiş ülkelerde dahi  önemli sosyal  çevre problemleri  olabilir. Sağlıksız şehirleşme, sosyal güvencenin kalkması, toplumsal dayanışmanın, bilhassa aile fertleri arasındaki dayanışmanın sona ermesi mühim sosyal problemlere neden olabilir.

Çevre sağlığı  pek çok meslek grubunun takım hizmeti sunmasını  gerektiren mühim bir sağlık problemidir. Pek çok sektörün işbirliği olmadan çevre sağlığı problemlerinin çözümü mümkün olmaz. Toplumun ekonomik yapısı, ekonomik kalkınma  faaliyetleri  ile alakalı  olup şehirleşme süreci ile de yakından alakalıdır.

Bunun neticesinde başlangıçta alınacak koruyucu önlemler, pahalı gibi görünse de sonradan bozulan  çevrenin düzeltilmesiyle alakalı  uğraşların maliyeti ve negatif neticeleri dikkate alındığı zaman daha ucuz bir yoldur.

Hastalık Sebepleri


Hastalık Sebepleri

Hastalık sebepleri bünyesel ve çevresel sebepler olarak iki kategoriye ayrılır.

Bünyesel Sebepler
Gen, hormon ve metabolik kaynaklı  olması mümkündür. Kimi  bünyesel sebepler bazı  hastalıklara daha büyük oranda yakalanmaya neden olabilmektedir. Bunlar, insanın iç  ortamı ile alakalı bir durumdur.  İnsan, dış  çevrenin etkilerine genetik yapısı ile cevap vermektedir.

Çevresel Sebepler

  Fiziksel Sebepler: Sıcaklık, soğuk, ışın, travma, içme ve kullanma suyu, atıklar, konut sağlığı, iklim koşulları, hava ve su kirliliği,   giysiler; halka açık alanlar, sağlığa az ya da çok zarar verme  olasılığı olan kuruluşlar, mezarlıklar belli başlı fiziksel çevre unsurlarıdır.

  Kimyasal Sebepler: Zehirler, kanser oluşumuna sebep olan bazı faktörler buna örnek verilebilir.

  Temel Madde Eksiklikleri: İnsanın sağlıklı  olabilmesi ve yaşamını  devam ettirebilmesi için gerekli olan, lakin insan vaya diğer canlıların  bunları  vücudundaki temel yapı  taşlarından sentez edemememsinden dolayı dışarıdan alınması gereken kimi maddeler vardır. Bu maddelere ana maddeler denir (vitaminler, aminoasitler  ya da yağ asitleri gibi).

  Biyolojik Faktörler: Mikroplar, parazitler, mantarlar gibi faktörler olup canlı vücudunda hastalığa neden olabilirler.

  Psikolojik Faktörler: Günlük hayatta sık sık rastlanan ve strese sebep olan durumlardır.

  Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Faktörler: İşsizlik ve göç  benzeri  durumlar.  

20 Ağustos 2011

AŞILAMA YANLIŞLARI


1.  Hafif atlatılan düşük ateşli üst solunum yolu hastalıkları, gastroenteritler.
2.  Hastalıkların nekahat dönemleri.
3. Halen antibiyotik kullanılıyor olunması.
4.  Prematürelik; yalnızca 1500 gr’ın altında olan bebeklere hepatit B aşısı uygulanmaz. Annede HBsAg pozitif ise doğum sonrası yapılan aşı birinci ayda yinelenir (toplam 4 aşı). BCG aşısı 2000 gr’ın altındaki bebeklere daha düşük oranlı bağışıklama yapmaktadır.
5.  Daha önce uygulanan DBT sonrası yüksek ateş, lokal tepki.
6.  Annenin hamile olması.
7.  Ailede alerji, konvülziyon, ani bebek ölümü sendromu hikayesi.
8.  Anne sütü kullanıyor olmak.
9.  Kısa zaman önce enfeksiyon hastalığı ile temas hikayesi.
10.  Antibiyotik, jelatin, thimerosal, yumurtaya karşı anaflaksi dışındaki tepkiler.
11.  Malnütrisyon.

AŞILAMADA BAŞARI ORANI


Dünya genelinde yüzde 98’i gelişmemiş ülkelerde olmak üzere, 5 yaş altı senede 12 milyon çocuk ölmektedir. Ölümlerin yüzde 60’ında sebep bulaşıcı hastalıklarıdır: 2002 senesinde kızamıktan 770 bin, hepatit B’den 520 bin, (215 bini neonatal hepatitten) tetanozdan 410  bin, hemofilus enfluenza tip B’ye bağlı invaziv hastalıklardan 400 bin, boğmacadan 345 bin, sarı hummadan 30 bin ve difteriden 5 bin çocuk ölmüştür. Ayriyeten her sene sıtmadan 1 milyon, veremde 300 bin çocuk ölmektedir. Bundan belli olacağı üzere senede takriben 3 milyondan fazla çocuk aşı ile korunabilir hastalıklar nedeniyle yaşamını kaybetmekte, ayriyeten bulaşıcı hastalıklardan 750 bin çocuk hayat kalitesini bozan engellerle karşılaşmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde genişletilmiş bağışıklama programında bulunan 6 aşıya karşı (BCG, difteri, boğmaca, tetanoz, boğmaca, poliyo, kızamık) çocuklarda tam aşılama yüzde 74 gibi epey düşük oranlardadır (etkin bağışıklama amacıyla hedef çocuk yaş grubunun minimum yüzde 90’ının aşılanması gerekmektedir).

Yurdumuzda  da istenen hedeften  uzakta, bağışıklama oranları yüzde 82-84 arasındadır. Aşı, günümüz için bulaşıcı hastalıklardan korunmada en etkili, en güvenilir, en ekonomik ve en akılcı tıbbi bir yaklaşımdır. Aşılamanın maksadı bireyi bulaşıcı hastalıklarından korumak,  hastalığı kontrol altına  alarak önlemek ve mümkünse yok etmektir. Geçmişte (1977) çiçek hastalığı, zamanımızda 2005 senesinde gerçekleşmesi beklenen çocuk felcinin (poliyo) ortadan kaldırılması bu maksada uygun iki emsaldir. Lakin unutmamak gerekir ki, hiçbir aşı tam olarak (yüzde 100) etkin ve güvenilir değildir. Aşının faydası ve güvenirliği, birey ve halkın tabii enfeksiyondan alacağı risklerle karşılaştırılmalı, aşının yararı realist (bilimsel) yaklaşımlarla saptanmalıdır. Aşılamada aşırı güven hissinden ve aşıya karşı yapılan kolaycı suçlamalardan kaçınılmalıdır.

Aşılama yanlışlarından mümkün olduğunca kaçınma, aşıdan yüksek derecede korunma ve minimum yan etki sağlayabilmek için belirlenen ana kaidelere uyulması gerekir, bu kurallara “aşılamada standardizasyon prensipleri” denilmektedir.

DOĞUM SONRASI DEPRESYON


Kadınlarda doğum sonrası depresyonun semptomları doğum yapmayan kadınlardaki depresyondan değişik değildir, lakin normal involüsyonel durumdan (kilo kaybı, uykusuzluk vb.) veya doğum sonrasındaki ilk zamanlarda yüzde 50-70 oranında rastlanan annelik kederinden ayırt edilmesi zor olabilmektedir.

Bununla beraber doğum sonrası depresyonunda ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı negatif hisler daha ön plandadır. Doğum sonrası depresyonun diğer semptomları; duygusal durumun deprese olması, faaliyetlere alakanın azlığı, iştah değişikliği, yorgunluk, uyku bozuklukları, çocuğun bakımında zorluklar, suçluluk hissi, özgüven eksikliği, konsantrasyon zorluğu, psikomotor retardasyon veya ajitasyon ve intihar fikirleridir. Çoğu zaman doğumu takip eden 2-8. haftalar içinde başlar ve minimum 2 hafta maksimum 1 sene kadar devam eder. Tedavi edilmeyen kadınlarda 3 ay- 1 sene arasında kendi kendine düzelir. Doğum sonrası depresyonun etyolojisi tam olarak bilinmemektedir. Hızlı fizyolojik değişikliklerin etkisi olabileceği tahmin edilmektedir, lakin hangi etkenlerin daha çok sebep olduğu belli değildir.

Bununla beraber kimi risk faktörlerini taşıyan kadınlarda doğum sonrası depresyonun daha çok görüldüğü bilinmektedir. Bu risk faktörleri kadının veya eşinin işsizliği, sosyal desteğin yeterli olmaması, evlilikle alakalı problemler, kimi hayati olaylar (ölüm, ayrılık vb.), istemsiz hamilelikler, multiparite, daha önceki hamileliklerde depresyon geçirilmesi, anne sütü ile beslememe, kayıpla sonuçlanan hamilelik ve doğum tecrübeleri, erken anne-bebek ayrılığı ve bebeğin bakımı ile alakalı duyulan kaygılardır. Bir veya daha fazla risk faktörü olan kadınların doğum sonrasında 1 veya 2. ayda doğum sonrası depresyon riski için taranması tavsiye edilmemektedir.

Tarama için en sık kullanılan ve en geçerli olan yöntem Edinburgh Postpartum Depresyon skalasıdır. Doğum sonrası depresyon sık görülmesine rağmen çoğu zaman tanı konulamamaktadır. Bu durumun başlıca sebepleri kadının olumsuz duyguları sebebiyle kendini yalnız hissetmesi veya utanması, rutin kontrol için çağrıldığı 6. doğum sonrası haftaya kadar doktorla görüşme imkanı bulamamış veya hangi doktora başvuracağını kestirememiş olması, yeni doğan bebeğin verdiği heyecanla yakınmalarını dile getirememesi olabilir. Pek çok kadın problemlerini depresyon olarak algılamaz, yine çoğu bu konuda destek arayışı içinde değildir. Bu konuda destek ihtiyacı olan bir kadın da çoğu zaman bebeğinin doktorundan bu konuda bir yardım alabileceğini düşünmez.

Ağır doğum sonrası depresyonu olan kadınların yalnızca yüzde50'den azı belirtilerini depresyon olarak değerlendirmektedir.

Kadında doğum sonrası depresyon tanılandıktan sonra kişisel veya aile psikoterapisi, farmakolojik tedavi ve sosyal servislerin desteğinden yararlanılabilir. Aynı zamanda planlanmamış hamilelikler veya işsizlik gibi risk faktörleri aile planlaması yöntemleri veya iş imkanlarının sağlanması ile azaltılabilir.

Doğum sonrası dönem depresyon gelişimi için risk yaratmakta mıdır? Doğum sonrasında depresyonun arttığını, azaldığını veya değişmediğini gösteren araştırmalar mevcuttur.

Bebek ve Çocuklarda Beyin Gelişimi


Bebek ve Çocuklarda Beyin Gelişimi

Beyin gelişimi hamileliğin ilk ayında başlar ve ergenlik süresince devam eder. Bu gelişim, hayatın ilk beş senesinde daha hızlı gerçekleşmektedir. Beyin gelişimi türlü seviyeleri izler.İlk olarak anne karnında sinir hücreleri oluşur. Daha sonra ise sinir hücreleri arasındaki bağlantılar meydana gelir ve olgunlaşır. Bütün bu gelişim, kalıtsal vasıflar ve çevrenin etkisi ile gerçekleşir. Beyin gelişimini etkileyen en mühim çevresel etmenler, beslenme, zararlı kimyasal maddeler ile karşılaşma; bebeğe verilen uyarılar ve onun yaşadığı tecrübelerdir.  

Beyin hücreleri arasındaki bağların meydana gelmesini ve beyin gelişimini sağlayan iki tip uyarı ya da tecrübe vardır:
İlki  ışık, ses benzeri kesimlikle şart olan uyarılardır.  Mesela; görmenin gelişmesi için ışık ve görsel impulslara; konuşma yeteneğinin gelişmesi için sese ve konuşmaların duyulmasına gereksinim  vardır. Bu uyarılar uygun zamanda ve yeterli seviyede olmalıdır. Şayet olmazsa kalıcı davranış ve gelişim problemleri meydana çıkar.

İkinci uyarı biçimi de bebeklerin ailelerinden bireysel olarak aldıkları uyarılardır. Bu, aileden aileye değişiklik gösterir. Bu uyarılar; beyin hücreleri arasında değişik bağların meydana gelmesini sağlar.  İyi uyarılar (sevgi, ilgi, anlayış) alan bebek ve çocukta iyi bağlar; kötü uyarılar (azarlama, öfke, zarar verme) alan bebek ve çocukta ise kötü bağlar meydana gelir. Bu bağlar da bireylerin daha sonraki bütün hayatını etkiler. Bu sebeple bebeklik ve erken çocukluk döneminin desteklenmesi çok mühimdir.

Vücudun İhtiyaç Duyduğu İyot Nasıl Sağlanır?


Vücudun İhtiyaç Duyduğu İyot Nasıl Sağlanır?
İyot, yenilen besinlerden ve içilen sulardan elde edilir. Ana iyot kaynağı deniz  mahsülleridir. Ayriyeten et, süt, yumurta, tahıllarda ve diğer besinlerde de (toprakta kafi miktarda iyot bulunduğunda) bulunur. Lakin, Türkiye’de toprak erozyonu, sel baskınları  vb. sebeplerle su ve toprakta yeteri kadar iyot yoktur. Bundan dolayı toprakta yetişen besinlerden de vücudun gereksinimi olan iyot sağlanamamaktadır. Bu sebeple bireylerin günlük iyot gereksiniminin sağlanması için tuzun iyotla zenginleştirilmesi yoluna gidilmiştir. İyotlu tuz kullanımı ile vücudun gereksinimi olan iyot sağlanmakta ve iyot yetersizliğine bağlı hastalıklar, yetersiz gelişme benzeri problemler önlenebilmektedir. Bu sebeple iyotlu tuz kullanılmalıdır.

İYOT YETERSİZLİĞİ HASTALIKLARI


İYOT YETERSİZLİĞİ HASTALIKLARI

İyot; insan bünyesinde beyin ve sinir sisteminin normal büyüme ve gelişmesi, vücut  ısısı  ve enerjisinin sürekliliği için kesinlikle gerekli olan bir maddedir. 

Gıdalarla yeterli miktarda alınmadığında iyot yetersizliği hastalıkları  gözlenir.  İyot yetersizliği neticesinde ise hemen hemen bütün organların büyümesi, gelişmesi ve işlevlerinde problemler ortaya  çıkmakta, boy uzaması  durmakta ve zihinsel fonksiyonlar gerilemektedir. Yapılan bilimsel araştırmalara göre doğumdan itibaren iyot yetersizliği zeka  seviyesinde  mühim  ölçüde düşmeye sebep olmakta, çocuklarda  öğrenme kapasitesinde azalma ve algılama zorluğu  ve bunun neticesi olarak da okul başarısında düşme gibi problemlere sebep olmaktadır. İyot eksikliğinin en tehlikeli ve geri dönüşü olmayan belirtileri hamilelikte ve bebeğin ilk doğduğu zamanlarda görülmektedir. Bunun için annenin iyot seviyesinin yeterli olması çok mühimdir. Bebek ve çocuklarda bu hastalıklara engel olunması için ilk olarak kadınlardaki iyot eksikliğinin önlenmesi gerekir

Raşitizm


Raşitizm
Çocukluk  zamanında sık rastlanan hastalıklardan biri olan Raşitizm, D vitamini eksikliği neticesi meydana  çıkan bir hastalıktır. D vitamini, kemik dokusuna kalsiyumun birikmesini ve kemiklerin kuvvetli, sağlam olmasını  sağlayan bir maddedir. Çocuğun kanında kalsiyum kafi miktarda olsa dahi D vitamini yetersizse kalsiyum bağırsaklardan emilmez.  İnsan derisi güneş ışığının etkisi ile D vitamini sentezler. Şayet güneş ışığı  deriye değmiyorsa D vitamini yapılamaz. Hastalık süt  çocuğu  çağında başlar ve şayet tedavi edilmezse 2-3 yaşlarında kendiliğinden kemiklerde  biçim bozuklukları  bırakır. Bu hastalık kemik büyümesinin hızlı olduğu ergenlik döneminde de gözlenebilir.

Bebeklerde Demir Yetersizliğine Bağlı Anemi


Bebeklerde Demir Yetersizliğine Bağlı Anemi
Anemi, çocukluk zamanında sık rastlanan hastalıklardandır. Çocuğun fiziksel ve psikolojik gelişimini, okul başarısını negatif olarak etkiler. Sık olarak beslenme yetersizliği ve yanlış beslenme alışkanlıklarına bağlı olarak gelişir. Anemi, kandaki hemoglobin miktarının azalması  olarak tanımlanabilir. Hemoglobin ise gıdalarla aldığımız demir ve proteinlerin birleşmesinden meydana gelen ve kandaki oksijeni dokulara taşıyan bir maddedir. Bu sebeple yeterli ve dengeli beslenmeyen, demirden zengin besinleri almayan çocuklarda anemi sık görülür. Bu anemi çeşidine “demir yetersizliğine bağlı anemi” denir

FENİLKETONÜRİ


FENİLKETONÜRİ
Ebeveynlerden kalıtım yoluyla  bebeğe geçen ve zeka  geriliğine sebep olan bir hastalıktır. Hasta olan  çocuklarda, proteinli besinlerle aldıkları “fenilalanin” maddesi birikir. Bu maddenin birikmesi beyin gelişimini etkileyerek havale geçirmesine ve zeka  geriliğine sebep olur. Bu bebeklerin ilk aylarda hastalıkları belirti göstermeyebilir. Lakin, beyin gelişimi etkilenmeye başlamıştır. Bu hastalığın tedavisi olasıdır. Hasta olan  çocuğa  spesiyal mamalar verilir.  Yurdumuzda her 3.000  çocuktan birinde rastlanmaktadır. Akraba evliliği, hastalığın görülme sıklığını  arttırır. Hastalığın sık görülmesi, erken zamanlarında belirti vermemesi, zeka geriliğine sebep olması ve etkili bir tedavisinin olması sebebiyle erken tanı mühimdir. Erken tanı için bütün bebeklerin topuğundan, doğumdan sonraki 3-7. günler arasında 1 damla kan alınmalıdır. Bütün bebeklerden alınan bu kanlarda fenilketonüri hastalığı araştırılarak yalnızca hastalık  şüphesi olan bebekler, daha detaylı inceleme için hastaneye çağırılmaktadır.